Eşim uzun yıllardır hastaydı. Önce küçük bir rahatsızlık gibiydi; zamanla büyüdü, dallanıp budaklandı. Hem bedeni hem ruhu bana yabancılaştı. Ne sevgi kaldı ne ilgi… Kadındım, ihtiyaçlarım vardı ama hiçbirini dile getirmedim. Çünkü o benim eşimdi. Hastalık onun suçu değildi. Bu yüzden hep sustum. Sessizce ağladım, içime attım.
Zihinsel engelli kızım… O ayrı bir emanet. Yüreği tertemiz, dünya tatlısı bir çocuk. Bir gün gelip,
“Anne, internette biriyle tanıştım. Evlenmek istiyorum,” dedi.
Korktum. Ama çocukla tanışınca içim biraz olsun rahatladı. Kibar, saygılıydı. Tanıştık, nişanlarını yaptık.
Sonra bir gün bana döndü ve
“Sizi çok sevdim. Ailemle yaşamak istemiyorum, düğüne kadar sizde kalabilir miyim?” dedi.
Eşimle konuştum, o da kabul etti.
Başlarda her şey normaldi. Sohbet ediyorduk, kitaplardan konuşuyorduk, yemek yaparken yardım ediyordu. Uzun zamandır görmediğim bir ilgiydi bu. Farkındaydım… Bu ilgi farklıydı. Kabul etmeliyim ki, içimde bir yerlerde kuruyan bir çiçek vardı ve birkaç güzel sözle yeniden su bulmuş gibiydi.
Bir gün eşim köye gitti. Kızım da nişanlısıyla ilgilenmiyor, sürekli arkadaşlarına gidiyordu. Evde yalnız kalmıştık.
O gün çok yorgundum, başım ağrıyordu. Biraz uzanmak istedim. Gözlerim kapalıydı ama içimde tarif edemediğim bir huzursuzluk vardı.
Ve o anda oldu.
Üzerimde bir gölge hissettim. Gözlerimi açtığımda, o çocuk bana doğru eğilmiş bakıyordu.
“Ne yapıyorsun?” dedim korkuyla.
Cevap vermedi. Gözlerinde tanıdık olmayan bir karanlık vardı.
Sanki… Sanki ben onun hakkıymışım gibi bakıyordu.
Yatağımdan fırladım.
“Git buradan!” diye bağırdım gözyaşları içinde.
Önce durdu, sonra gülümsedi.
“Sadece konuşmak istemiştim,” dedi.
Ama o sesin içinde bir tehdit vardı.
Kapıya koştum, sokağa attım kendimi. Sokak lambalarının altında, yapayalnız, ağlayarak yürüdüm. Nereye gideceğimi bilmeden…
Ertesi gün her şeyi eşime anlattım. Yüzüme bile bakmadı.
“Abartıyorsun,” dedi.
Kızım beni suçladı.
Çocuksa bana iftira attığımı söyledi.
Ne kadar anlatsam da…
Kimse inanmadı.
Kendi evimden, kendi yuvamdan gitmek zorunda kaldım.
Aylar geçti. Sessizliğe alıştım. Ama yalnızlığa hâlâ değil.
Şimdi küçük bir odada yaşıyorum.
Bazen duvarda asılı duran eski bir fotoğrafa bakıyorum.
Üçümüz yan yana, gülümsüyoruz.
O anın içine dönmek istiyorum… ama gidemiyorum.
İçimde bir kırıklık var. En çok da anlaşılmamış olmanın acısı.
Ben kimsenin kötülüğünü istemedim.
Sadece sevilmek, değer görmek istedim.
Ama kalbimi açtığım her kapı, beni biraz daha karanlığa sürükledi.
Evet, bu hikâye trajik bitti belki…
Ama hâlâ küçücük bir umudum var:
Bir gün biri çıkıp da gerçekten “Ben seni anlıyorum” der mi?
Bilmiyorum…
Ama bekliyorum.